CAMEL NUDE
1942 Dünyanın parçalanışına tanıklık etti. Alışılmış, günlük işler yerini, milyonlarca insanın yaşantısını zorla değiştiren bir zulüm programına bıraktı.
Bu albüm; ”NUDE”un yaşanmış, gerçek öyküsünü anlatıyor.
Uyanın, uyanın, uyanın
İşaretler, zamanı boşa harcadığınızı gösteriyor.
Uyanın, uyanın, uyanın
Gelecekteki yaşantınız değişiyor.
Şehir yaşantısı, bitmez bir karmaşa.
Ve bu sahte görüntüye sımsıkı sarılmış bizler...
Ben göründüğüm kişi değilim.
Dürüstlüğe tahammülüm yok çünkü bu
Gerçek olamayacak kadar kolay.
Şehir yaşantısı, ne hale geldim?
Gecenin yüzleri, sizi aldatacak dost.
Daima kendimi sorgulamaya çalışıyorum
Neden böyleyim
Ve merak ediyorum, neden sana karşı
Kendime olduğum gibi değilim
Nude”un düşünceleri kapının çalmasıyla yarım kalır. Postacı,”keşke bende gidebilseydim” gibilerden bir şeyler mırıldanarak eline bir sarı zarf tutuşturur. Bu, sağlıklı,genç erkekleri çağıran gecikmiş bir komuttur.
İsteğinize cevaben yazılmıştır.
Bu vesileyle protesto ediyorum.
Biliyorsunuz... karşı çıkamadığım
Tarzınızı ve jargonunuzu
Protesto ediyorum.
Mecburen sadakat yemini edip
Doğru için dövüşeceğim
Söylediğinize göre
Özgür olmanın yolu buymuş
Bu süreyi atlattığımda
Vicdan hesabı duymadan,
Pişman olmadan yaşamak zorundayım,
Yapmakla yükümlü olduğum görev yüzünden...
Biliyorum,
Aynı şey senin için de söz konusu ancak
Hatıralar asla silinmeyecek
Özgürlük adına
Kendi yaşamına karşılık
Başkasınınkini almak...
Nude’un yaşamı emirler çevresinde dönüp duruyordu. Kendisini, hepsinin yüzlerinde aynı ifadeyi paylaştığı, itilip kakılan,üniformalı bir insan kalabalığı içinde buldu. Çıkartma gemisi kendilerini ayıran sisin içine doğru yol alırken, bıraktıkları sevilenlerin yüzünde endişe ve hüzün vardı. Su ve gece tek vücut olmuştu. Nude savaşa gidiyordu.
Gök gürledi. Geminin ön kapağı açıldı ve hızla sahile çarptı, sayısız postal kıyıya aktı yüreği çarpıyordu. Umutsuz bir sığınak arayışı içinde Nude kendini sendeleyerek çalıların altına doğru attı. Gökyüzü küçük adanın üzerinde hiddetle köpürürken, sicim gibi bir yağmur güneşsiz ormanı suya boğuyordu. Panik içindeki Nude ileri doğru sendeledi ve bayıldı.
Nude’un yüzüne ağaçlardan yağmur damlaları düşüyordu. Ürkmüş ve şaşkın, Nude ıslak sessizliği dinledi; yalnızdı ve nerede olduğu hakkında bir fikri yoktu.En kötüsü,kendi Birliğinin akıbetini de bilmiyordu. Batan güneş Nude’ü korkularının büyüyen karanlığı ile başbaşa bıraktı.kamp kurdu ve Birliğinin adayı terk etmiş olduğundan habersiz,şafakta kurtarılma rüyaları görerek uyudu.
Savaşta tek bir erin yokluğunu kim farkede bilirdi ki? Zaman içinde mevsimler geçti. Nude Birliğini aramaktan artık vazgeçmişti, ancak orman içinde ilerlemeyi sürdürüyordu, sanki binlerce göz onu izliyormuş gibi hissediyordu ve süngüsü hep hazırdı. Evi, saklı bir gölet içine sıkışmış, çevresi bereketli ve kaynakları bol bir mağaraydı. Adanın en yüksek noktası onu yıllık muson baskınlarından koruyordu ve ruhu için bir tapınak teşkil ediyordu. Resmi törenle Ulusal Marşını söylediği tepeye aylık ziyaret ve burada havaya atılan kıymetli bir kurşun askeri görevi olmuştu. Yalnızlığa dayandı, Nude, içinde akan dürtülerin ritmi ile kendinde bir iç kuvvet oluşturdu. Nude’u acilen bir sığınak aramaya yönelten, uzaklardan gelen vızıltı duyulduğunda 29.muson henüz kurumuştu. Küçük bir uçak dalış yaptı, gökyüzüne beyaz bir şeyler bıraktı ve uzaklaştı. Nude havaya saçılan kağıtlardan birine yaklaştı:
Eve döneceğini umarak
Her gün mektuplar yazdık
Hep iyi olup olmadığını merak ettik.
Telefona çıkmıyorsun diye düşünerek
Şimdi gerçekle yüzleş
Şansını kullan
Geri gel. Hemen
Lütfen, lütfen eve dön.
Herkes seni düşünüyor
Herkes
Her gün mektup yazıyorduk
Bir gün eve döneceğini umarak
Gökyüzü öğleden sonranın altın rengine büründüğünde, Nude zarfların çoğunu toparladı ve onları dikkatle tepeye taşıdı.
Uzun bir süre öylece oturdu. Mektuplar heyecan vericiydi. Savaş sona ermişti uzun zaman önce. Ama bu Nude’un pek ilgisini çekmemişti. Savaş onun için zaten hiç başlamamıştı ki...
İlerleyen günlerde Nude evinde hiç yalnız kalamadı. Şimdi artık, asla anlayamayacak kişilere, aslında açıklanması mümkün olmayan şeyleri açıklamaya çalışmakla yükümlüydü.
Ağırlaşmış bir havada ve işgal altındaki zihninin sersemleştirdiği dürtüleriyle, normal ve yoğun bir işgününün sessizliğinin uyarısını hissedemedi. Nefes nefese ve hırıltıyla yere serildi. Teninde bir iğnenin acısı ve serbest kalış. Tanıdık, üniformalı figürlerin gözlerini görmeye çalıştı başı dönerek. Birden ağırlaşan başı onu yüzükoyun kuma serdi, karşı koymasına veya adasına bir “hoşça kal” bakışı fırlatmasına bile izin vermeyerek.
Bando ”EVE HOŞGELDİN ASKER” pankartı altında marşlar çalıyordu. Sokaklar tezahurat yapan kalabalıklar ve gökyüzü konfetilerle dolmuştu. ”Sorgusuz vatanseverlik ”ve” kahramansal cesareti” i için selamlanan Nude, karşılık vermekten acizdi. 29 yıllık yalnız bir yaşamdan sonra yaşantısını girdaba sokan şöhret, üstünde harap edici bir etki yaratmıştı.
Yalan söylemeyin,
Barış gerçekten geldi mi…
Yoksa bu bir şaka mı?
Ne şaşırtıcı
Farkında bile değilsiniz...
Sizin olduğunu sandığınız
Pek çok şeye sahip değilsiniz
Yüklenmek zorunda bırakıldığım
Bu değişiklikten
Beni kurtarabilir misiniz?
Bana verdiğiniz bu hayatı
Yeniden canlandırıp,
Yaşatabilir misiniz?
Fiziksel ve ruhsal olarak çöküntü içindeki Nude deniz kıyısında bir rehabilite merkezine gönderildi.
Sonunda Nude’un savaşı başlamıştı.
Haftalar süren tekdüzelik, Nude’un yaşamını zıt uçlarla doldurmuştu. İyi niyet elçileri peşini bırakınca eski gücünü de kazanmıştı. Hükümet kendisine yapılan masrafları düzenlemeye başladı.
Kitleler halinde ziyaretine koşan akrabaları giderek bu işi görev gibi görmeye başladı ve ziyaret sayıları azaldı. Sonunda en uzun savaşın kahramanını görmeye gelen kimse kalmadı.
Ellinci yaş gününde hastane personeli kendisi için küçük bir parti düzenledi. Kendisini evinde hissetmesini sağlamak amacıyla tören pastası, tropik bir ada şeklinde süslendi. Nude bundan çok etkilendi ama aynı zamanda garip bir biçimde rahatsız oldu. Onu yalnız bırakmanın daha doğru olduğunu düşündüler.
Nude en son 1972 yazının bir akşamında rıhtımda bir grup insanla konuşurken görüldü. Asya, Orta Doğu, İrlanda, Amerika’daki savaşlar ve çatışmaların haberleriyle yüklü sabah gazetesinde ”Uygar Dünyada yaşamayı Başaramayan ada savaşçısı Kıdemli asker”in kayboluşuyla ilgili küçücük bir sütun vardı.
Dumlupınar Faciası ve Bir Aşk Hikayesi
Heybeliada'daki deniz okulu'ndan mezun olan İsmail Türe, kendi gibi Gelibolulu olan bir genç kıza kaptırır gönlünü. İki sevgili parmaklarına nişan yüzüğü taksalar da, birbirlerini çok seyrek görmektedirler. İsmail Türe denizaltıda muhabere subayı olarak görevlidir çünkü. Üstteğmenin aklına harika bir fikir gelir; nişanlısına ışıklı mors alfabesini öğretecek, Çanakkale'den geçiş yapacakları geceyi planlı olduğu için önceden bildirecek ve böylelikle haberleşeceklerdir!.. Boğazı yüzeyden geçmekte olan denizaltının kulesindeki denizciler sigara içmekte, sohbet etmektedirler. Aralarından birinin heyecanlı olduğu her halinden belli olmaktadır. Gelibolu kıyılarına geldiklerinde, karanlık içindeki evlerden birinden bir el fenerinin yanıp söndüğü görülür: “seni seviyorum”... arkadaşları gülümseyerek İsmail Türe'ye bakarlarken, genç aşık elindeki fenerle sevgilisine karşılık vermektedir... Bu olaydan sonra iki sevgilinin aşkı düşmez olur denizaltıcıların dillerinden. Herkes, haberleşmek için kurulan ışık yolunu konuşur. Arkadaşları "evlen şu kızla da, buralardan her geçişimizde selamlaşmayı bırak artık” diye takılırlar İsmail Türe'ye.
Denizaltının üstünün ve altının bir olduğu yağmurlu günlerde bile, Çanakkale boğazı'ndan geçilirken, elindeki fenerle aşk nöbeti tutan yakışıklı denizci gözünü bir an olsun ayırmaz Gelibolu kıyılarından. Yine bir gün, yirmiyedi yaşındaki üstteğmen, Çanakkale'den geçecekleri gün ve saati, denizaltının uğradığı bir limandan telefonla haber verir nişanlısına. Ege denizi'nden boğaz'a giriş yapacaklarını ve en öndeki denizaltının kulesinde olacağını bildirir. Genç kızın gözüne her zaman olduğu gibi, o gece de uyku girmez. Büyük bir sabırla pencerenin önünde oturmakta ve gözünü hiç kırpmadan denize bakmaktadır. Fenerine yeni pil almış olsa da, arada bir yanıp yanmadığını kontrol eder yine de... birden, dev bir karartı belirir suyun üstünde. Güneyden gelen bir denizaltı, penceresinin görüş sahasına girmiştir. Genç kız pencereyi açar ve gecenin karanlığına uzattığı elleriyle feneri yakıp söndürür. “seni seviyorum...” kulede bulunan denizaltının komutanı Bahri Kunt işareti görünce gülümser: “hay allah, bu kız denizaltıları şaşırdı. nişanlısının denizaltısı bizim önümüzdeydi...”. Bir anlık tereddütten sonra Birinci İnönü denizaltısının komutanı Bahri Kunt, yanıt gönderilmezse genç kızın telaşlanacağını düşünerek, karşılık verilmesini emreder. Yanındakilerin “ne diyelim komutanım?” diye sorması üzerine de şunları söyler: "ebediyete kadar..." O gece, üstteğmen İsmail Türe'nin görev yaptığı Dumlupınar, çanakkale boğazı'na giriş yapan ilk denizaltı olmuştur. Ama, Gelibolu kıyılarına gelmeden, Nara burnu açıklarında İsveç bandıralı “Naboland” adlı gemi tarafından çiğnenmekten kaçamamış ve yaralı bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak, Çanakkale'nin karanlık sularında kaybolmuştur. Her şey bir kaç dakika içinde gerçekleştiğinden, arkadan gelmekte olan Birinci İnönü denizaltısı Dumlupınar denizaltısına çarpan geminin yanından habersizce geçerek, Gelibolu'ya ulaşan ilk denizaltı olur. Genç kız, nişanlısından haber almanın huzuru içinde başını yastığa koyduğunda, genç denizci çoktan dalmıştır "ebediyete kadar" sürecek olan uykusuna!..
Not:Dünyada tek bir gemi vardır, Nasa tarafından bulunan küçük bir yıldıza ismi verilmiştir. O gemi DUMLUPINAR DENİZALTISIDIR.
Bu yazım İzedebiyat sitesinde.
* * * *
Küçük olduğunuz için etkili olamayacağınızı sanıyorsanız yatağınızı bir sivrisinekle paylaşmamışsınız demektir.
BETTY REESE
Bir Bedevi
“Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi
güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş
bir adama rastlamış.
Adam bedeviyi görünce su istemiş.
Bedevi, devesinden inmiş
ve ona su vermiş.
Suyu içen adam birden bedeviyi iterek
deveye atladığı gibi
kaçmaya başlamış.
Bedevi arkasından bağırmış.
“Tamam, deveyi al git.
ama senden bir ricam var:
Sakın bu olayı kimseye anlatma.
Lütfen!...”
Bu isteği tuhaf bulan hırsız sebebini sormuş:
“Eğer anlatırsan, demiş bedevi bu her yere yayılır.
Ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.”
* * * *
Salome'nin hikayesi
Kadınlar beni daima korkutur
BUNDAN 2 bin yıl önce Galile'de, yerin epey altında bir zindanın ağır kapısı açıldı.
İçeride sakalları epey uzamış, yorgun bir adam zincire vurulmuş yatıyordu.
Açılan kapıdan içeri genç bir kız girdi.
Zindanda zincire vurulmuş adam, dinler tarihine "Vaftizci Yahya" diye geçecek olan çok ünlü bir kişiydi.
Galile'de, daha İsa'nın adı duyulmadan önce herkese onun geleceğini haber veren kişiydi.
"Mesih geliyor ve hepinizi kurtaracak" diyerek buna inananları vaftiz ediyordu.
Onu ziyarete gelen genç kız ise Kral Hirodes'in yeğeni Salome'dir.
Salome, zindandaki bu ünlü erkeği çok merak etmiş ve gizlice görmeye gelmiştir.
Gördüğü an o erkeğe áşık olur.
Vaftizci Yahya ise ona hiç karşılık vermez.
"Dışarı Babil'in kızı. Tanrı'nın seçilmiş kuluna sakın yaklaşma" diye bağırır ve onu kovar.
Salome ise onu şiddetle arzulamaktadır.
"Bırak, hiç olmazsa bir kere dudağını öpeyim" der.
Yahya aynı öfkeyle cevap verir:
"Asla; Sodom'un kızı; asla..."
İstediği erkeği öpemeyen Salome, reddedilmenin verdiği öfkeyle oradan çıkar.
Bu reddediliş, birkaç saat sonra, insanlık tarihinin görebileceği en tutkulu kadın intikamına yol açacaktır.
Reddedilen bir kadının nelere kadir olduğunu, bütün erkeklere gösteren müthiş bir intikam...
* * *
O akam sarayın üst katlarında büyük bir ziyafet vardır.
Kral Hirodes, Roma temsilcilerinin de katıldığı bir ziyafetle yaş gününü kutlayacaktır.
Hirodes, bir süre önce üvey kardeşi Herod Philip'i öldürmüş, onun eşiyle evlenmiştir.
Evlendiği kadının Salome adlı çok güzel bir kızı vardır.
Geç saatlerde içkinin etkisiyle kendinden geçen Kral Hirodes, Salome'den önünde dans etmesini ister.
Salome reddeder.
Genç kızın güzelliğinin etkisiyle kontrolünü iyice kaybeden kral, ona akıl almaz vaatlerde bulunur.
Hatta ülkenin yarısını vereceğini söyler.
Salome sonunda kabul eder.
Ayakkabılarını çıkarır, yedi tüle sarınır ve dans etmeye başlar.
Dansın her bölümünde tüllerden birini atar.
Sonunda üzerinde tek tül kalır ve biraz daha dans ettikten sonra onu da atar.
İnsanlık tarihinin belki de en ünlü striptizi yapılmıştır.
Kral bir süre bu muhteşem genç kızı seyreder ve "Dile benden ne dilersen" der.
Derin ve meraklı bir sessizlik salona iner.
Gözler Salome'ye döner.
Genç kız, iktidarının doruğa ulaştığı bu anı büyük bir hazla uzatır.
Annesine bakar. Misafirleri küçümseyen gözlerle süzer.
Etrafındakilere böcek muamelesi yapan gözler, sonunda aynı umursamazlık ve emin ifadeyle krala döner:
"Bana gümüş bir tepside Vaftizci Yahya'nın başını getirin..."
* * *
Meraklı sessizlik bir anda endişeli mırıltılara dönüşür.
Kral korkar. Bir din adamının başını almayı istemez.
Salome ise gövdesinin erkekte yarattığı zaafı zafere çevirmekte kararlıdır.
Şehvetin esir aldığı kralın yapabileceği bir şey kalmamıştır.
Emir verilir. Vaftizci Yahya'nın kanlı başı gümüş bir tepsi içinde getirilip Salome'nin önüne konur.
Salome, üç dört saat önce kendisini reddeden erkeğin başını eline alır ve onunla konuşmaya başlar:
"Tutkumu ne seller, ne büyük denizler söndürebilir.
Bir prensestim, beni aşağıladın. İffetliydim, damarlarımı ateşe verdin.
Aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyük."
Sonra oradakilerin hayret dolu bakışlarına hiç aldırmadan, reddeden erkeğin kesik başını kendine doğru çeker ve ağzından öper.
İntikam ayini şu cümlelerle bitecektir:
"Dudaklarında acı bir tat var. Bu, kanın tadı mı?"
Ölü dudaklar hiç kımıldamazken, Salome onun da cevabını verecektir:
"Hayır, belki de aşkın tadıdır..."
Nietzsche'nin Salome için yazdığı sanılan şiir;
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin
Cenneti de gördüm cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm pes etmeyi de
Bazıları seyrederken hayatı en önden
Kendime bir sahne buldum oynadım
Öyle bir rol vermişler ki
Okudum okudum anlamadım
Kendi kendime konuştum bazen evimde
Hem kızdım hem güldüm halime
Sonra dedim ki 'söz ver kendine'
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken
tanıdım
Öyle çok değerliymiş ki zaman
Hep acele etmem bundan; anladım...
F.NIETZSCHE
Bu yazım İzedebiyat sitesinde
* * * *
Büyüklere Masallar
Martılar niçin denizler üzerinde uçar? hiç düşündünüzmü?
Bundan yüzyıllar önce deniz aşırı, çok güzel bir ülke varmış. Tabi her masalda olduğu gibi bu masalda da o ülkenin bir kıralı ve tabi ki birde prensesi varmış.
Prenses dünyalar güzeli bir kızmış. Kıralın emri ile hergün prenses dolaşmak için saray muhafızları ile birlikte sarayın dışına çıktığında ona bakmak yasakmış. Halk onun dolaşmaya çıktığı ilan edildiğinde eğilir ve gözlerini kapatır, ya da evlerine kaçışırmış. Ona görmenin bedeli ölümle cezalandırılırmış.
Günlerden bir gün yine prenses dolaşmak için çıktığında... Fakir bir köylü delikanlı iradesini yenememiş ve yavaşça başını kaldırıp prensese bakmış ve başını kaldıran fakir delikanlı ile prenses o anda göz göze gelmişler...
Tabi ki... tahmin edeceğiniz gibi fakir delikanlı prensese inanılmaz bir aşkla tutulmuş. Prensesinde o derin bakışlarının boş olmadığını düşünen fakir delikanlı günlerce uyuyamamış ve ölümü bile göze almak pahasına, prensesi bir kere daha görmek için uğraşmış durmuş. Bu arada fakir delikanlıya da tutulan güzel prenses onun zarar görmemesi için günlerce kendini saraya kapatmış.
Sonunda dayanamayan fakir delikanlı her şeyi göze alarak gizlice sarayın bahçe duvarına tırmanmış ve prenses ile bir kere daha göz göze gelmişler. Fakir delikanlı hemen duvardan atlamış ve prensesle konuşacağı anda saray muhafızlarına yakalanmış. Kralın karşısına götürülen delikanlı nasıl olsa ölümle cezalandırılacağını bildiğinden krala prensese duyduğu aşkını anlatmış. Kral ölüm emrini vereceği anda prensesin yalvarışlarına dayanamayarakl fakir delikanlıya başka bir ceza vermeyi kabullenmiş.
(İŞTE HİKAYEMİZ DE ZATEN BURADA BAŞLIYOR.)
Hemen bir gemi hazırlattıran kral gidilebilecek en uzaktaki adaya bir fener yaptırmış ve fakir delikanlıyıda o adada yanlız yaşamaya mahkum etmiş...
Aradan bir kaç ay geçmesine rağmen prensesi unutamayan fakir delikanlı prensese olan aşkını kağıtlara dökmüş ve martılara anlatmaya başlamış... Artık bütün martılar fakir delikanlının prensese olan aşkından haberdarmış. Sonunda martılar bile fakir delikanlıyı anlamış ve yazdığı mektupları prensese götürmeye başlamışlar... ve zamanla prensesin de yazmış olduğu mektupları fakir delikanlıya götüren martılar aracılığı ile aşkları iyice büyümüş; taki... bir sabah sarayın bahçesinde kahvaltı yaparken prensesin odasının penceresine ağzında bir mektupla konan martıyı kralın görmesine dek.
Tabi korkulduğu gibi olmamış... Ağlayarak kızına sarılan kral, hayvanların bile bu aşkı anlarken kendisinin anlayamadığı için kendisinden utandığını söyleyerek prensese hemen bir gemi göndertip fakir delikanlıyı getirtip kendisi ile evlendireceğini söylemiş.
Buna çok mutlu olan prenses hemen fakir delikanlıya bir mektup yazmış ve olanları anlatmış. Tabi bu arada mektubu götürmek için bekleyen martıyada her şeyi anlatarak bütün martıları düğünlerine çağırmış. Buna çok sevinen martı mektubu bir an önce ıssız adaya götürmek için yola çıkmış. Tam yolu yarılamışken yanından geçen bir kaç martı arkadaşına haber verip hepsinin düğüne davetli olduğunu söylemek için gagasını açtığında mektubun düştüğünü farketmiş. Ve mektubu tüm martılar hep birlikte aramaya başlamışlar... fakat bir türlü bulamamışlar. Bu arada prensesten mektup alamayan fakir delikanlı, yazmış olduğu mektupları göndermek için birtek martı bile bulamamış... Biraz ilerisinde uçuyorlar fakat yanına gitmiyorlar ve mektubu arıyorlarmış... Prensesin kendisini unuttuğunu yahut istemediğini sanan fakir delikanlı martıların onun için gelmediğini düşünerek, fenerden kendisini kayaların üzerine atarak intihar etmiş. Ve malesef kralın gemisi adaya vardığında fakir delikanlının soğuk bedeni ile karşılaşmışlar...
İşte o gün bugündür, her şeyi düzeltmek için denizler üzerinde uçan martılar o mektubu ararlar. O mektubu bularak o inanılmaz sevgiyi ve herşeyi geri getiriceklerini sanırlar ve bu yüzden de hep denizler üzerinde uçarlar.
Uzakları özleyen bir martı gibi kalpler
Sevginin sahilinde gözlerimin ufkunda...
Seyyan hanım
En büyük aşk
Onların ki kıtaları aşan bir aşktı. Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun kadar büyüktü aşkları. Yıllar önce boğazın suları hala temiz ve çevresinde yeşil ve kuşların dallarına konacakları ağaçlar varken, gökyüzünde güneş görünürken hala, eşi benzeri olmayan boğazda yaşanırdı bu aşk.
Vapurun her kalkışından önce sessiz bir bekleyiş olurdu. Bir hüzün sarardı gözlerini. Vapura bakar, bırakamazdı. İlgisiz beklerdi. Hayır, hayır, yanlış anladınız, ilgisiz değildi kesinlikle. Onun yaptıkları naz yapan, ilgi bekleyen sevgili rolüydü. Farkettirmeden, gözlerini sudaki aksine bakıyor gibi yapıp vapuru izlerdi.
Gidiş işaretinin verilişiyle birlikte bir çığlık yükselirdi, bir ağıt yankılanırdı gökyüzünde. Vapur hiç gitmesin ister, o sakin ve ilgisiz halinden sıyrılıp kanatlarını var gücüyle çırpardı. Vapurun ardından süzülürdü. Büyük bir aşk vardı kıtalara sığmayan. Martı hiç bırakmak istemez, vapur ardına bile bakmadan çekip giderdi. Aslında onun da gitmeye niyeti olmazdı. Huysuzdu sadece. Martının sevgisinden hep bir şüphesi vardı vapurun. İçini yakan buydu. Hep onun gelişini görmek ister, böylece onun sevgisine olan güveninin artacağına inandırırdı kendini. Martı hiç yorulmadan çırpardı kanatlarını. Vapurun ardından çığlıklar atar, kendince yaktığı ağıtlarda onun geri dönüşünü bekleyeceğini haykırırdı. Yolculuğun yarısına kadar sürerdi bu uçuş. Vapurun huysuz ve ilgisiz hali yorardı martıyı bu kanat çırpmalardan sonra. Yırtınırcasına kanatlarını çırpışı son bulurdu gözlerindeki umut ışığı söndüğünde. Yol değildi onun gözündeki, kanatlarını çırpmaktan da yorulmazdı aslında, bir baksa vapur ardına, döneceğini söylese yorgunluğu geçerdi. Usulca süzülürdü gökyüzünde geriye doğru, yolun ortasında. Ardına bakmadan dönerdi.
Huysuzluğunun ve yaptığı hatanın bir süre sonra farkına varan vapur başka bir sevgiliyi peşinden koşturduğu bir başka yolu aşıp geri dönerdi martıya. Martı sessiz. Martı iskelede bir sonraki gidişe kadar ilgisiz beklerdi. İçindeki kırgınlığın geçmesi için vapurdan bir hareket bekler ama için için de gidip konmak isterdi balkonuna. Vapur hiçbir zaman karşılık vermezdi bu isteklerine. O da haklıydı kendince. Vapur değişti zamanla, zamana çabuk adapte oluyor, çarklarının yeri çağa ayak uyduruyor, ağaçtan yapısı gidip daha da güçlü oluyordu her geçen gün. Görünüşü değişirken, içi de değişiyordu kuşkusuz. Zamanla daha bir umursamaz olmaya başlamış, daha da hızlı terkedip gider olmuştu, martının aynı hızlı çırpınışlarına aldırmadan.
Onların ki iç burkan, kimsenin sevdiğini söyleyemediği, hergün binlerce insanın şahitliğini yağtığı bir aşktı. Hergün aynıydı. Her gidişin bir dönüşü vardı bu aşkta. Vapur umarsamaz ve huysuzdu. Martı aşkından uçar, haykırışlarına cevap bulamadığından bir sonraki dönüşte ilgisiz görünürdü.
Onların ki kimsenin kimseye vaktinde yetişemediği aşklardandı. Aşk, onlar için sevdiğinin arkasından son kez bakarak susup beklemekti. Onların ki bir ömürlük ızdıraptı.